Türkiye-AB ilişkileri tarihinin en durgun dönemlerinden birinden geçmektedir. Avrupa Parlamentosunun Türkiye hakkındaki 2012 Tavsiye Kararından da görüldüğü gibi, ilişkilere tek yönlü bakış adeta vurdumduymazlık sınırına yaklaşmıştır. Karar’ın başlangıcında Türkiye’nin AB için her yönden büyük önemi dile getirilirken, devamında haklı beklentilerimiz hiç kaale alınmadan, genelde şikayetçi ve tek yanlı talepkar bir tutuma yönelinerek, bir çelişkiye düşülmektedir. Bu tutumun ister istemez kamuoylarına da yansıdığı gerçektir. Bunda hem AB içindeki, hem uluslararası plandaki konjonktürün etkileri kadar, her iki tarafın da konuya yaklaşımlarında giderek artan ve bilinçli olduğunu düşündüren duyarsızlığın payı bulunmaktadır. Örneğin, Avrupa Parlamentosu’nun Tavsiye Kararı’nın ne ülkemizde, ne de AB basınında, geçmişin aksine, neredeyse hiç ilgi uyandırmamış olması dikkat çekicidir.
Fransa ve Almanya’nın, AB’nin başat ülkeleri olarak, ahde vefadan ve Antlaşmalardan doğan haklardan uzak tutumları, kuşkusuz heves kırıcı olmuştur ve olmaktadır. AB’nin genelde içinden geçmekte olduğu ekonomik kriz ve bazı üye ülkeleri ağır bedelle kurtarma operasyonlarına bağlı olarak dikkatlerin iç kaygılara odaklanmış olmasının bu oluşuma katkısı da inkar edilemez. Nihayet, Tavsiye Kararında da ortaya konulduğu gibi, Kıbrıs sorununda AB’nin, varolan kararlarına ve verilmiş sözlerine rağmen, çözümleyici değil, bir üyesinin mesnetsiz baskısı karşısında, adeta ilişkilerin geri gidişine bir bahane yaratmaya çalışan bir davranış göstermekte oluşu da gözardı edilemez. Hükümetimizin, şevk kırıcı olduğu kuşkusuz yadsınamayacak bu tutum karşısında pasifleşerek, bir yandan reform sürecini yavaşlatması, diğer yandan, zaman zaman yapılan aksine beyanlara karşın, AB’den uzaklaşılıyor izlenimi yaratan bir politika izlemekte olduğu kuşkusunun giderek yerleşmeye başlaması da düşündürücüdür. Kanımızca, durumun, konjonktürü ve bahaneleri de aşan, kabullenilmiş bir kader haline dönüştürülme aşamasına getirilmesinin izahı olamaz.
Türkiye’nin tam üyeliği AB için siyasi, ekonomik ve sosyal yönlerden çok kültürlü bir güçlenme ve evrenselleşme projesidir. Türkiye yönünden ise, dünyanın önde gelen modernlik ve refah ölçütlerine sahip, ileri demokrasinin örneği olan AB normlarına uyum sağlamak, kısaca müktesebatı edinmek, Atatürk’ün vazettiği çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma hedefine varma yolunda önemli bir sıçrama oluşturmaktadır. Kaldı ki, bunun gerçekleştirilmesi Türkiye için her hal ve karda olmazsa olmaz bir koşul olup, tam üyelik süreci bunu teşvik edici ve hızlandırıcı bir araçtır.
Bu karamsar tabloya rağmen, Vakfımız, geleceğe ümitle bakmaya devam etmekte ve Tarafları, aklı selim çerçevesinde, süreci geçmişteki azimleriyle sürdürmeye davet etmektedir. Sıkıntılar gelip geçer, hedefler kalıcı olmalıdır. Yarım asırlık Türkiye-AB ilişkisi kolaylıkla feda edilebilecek bir olgu değildir. Ortak mutabakatla başında saptanmış ve hiç değişmemiş olan tam üyelik perspektifinin bugün de alternatifi bulunmamaktadır.
Bu anlayış içinde, Vakfımızın AB Komisyonu’nun 2011 Türkiye İlerleme Raporu Hakkındaki Açıklaması’nda da vurgulandığı gibi, Hükümetimizi, Muhalefeti ve tüm Siyasi Partilerimizi, bütün güçlüklere rağmen, ülkemizin tam üyelik hedefi doğrultusunda, AB ile ilişkiler konusunu, bir “Devlet Politikası” kapsamında ele alarak, daha fazla gayret göstermeye ve tüm Sivil Toplum Kuruluşlarını da buna yönelik çalışmaları desteklemeye bir kez daha davet ediyoruz. Aynı şekilde, AB’ne ve ilgili Üye Ülkelere, bıktırıcı kasıtlı politikalarının olası sonuçlarını dikkatle gözden geçirip, geri dönülemeyecek yanlışlardan kaçınmaları çağrısı yapıyoruz.
TÜRKİYE AVRUPA VAKFI