AB Komisyonu’nun, 1997’de Lüksemburg ‘da yapılan Konsey toplantısından berı ülkemizle ilgili olarak yayınlayageldiği yıllık raporların sonuncusu 12 Ekim’de açıklandı. Rapor, esas itibariyle 2010 ve kısmen 2011’de, hem ülkemizde hem AB ile ilişkilerimizde yaşanan gelişmelerin, her zaman olduğu gibi, olabildiğince ayrıntılı bir fotoğrafını çekmeyı amaçlıyor. Bir bütün halinde degerlendirildiğinde, Rapor’un fikir verici bir nitelik taşıdığı kuşkusuzdur. Ancak konuları, dayandıkları gerçeklerin ve hakettikleri çerçevenin ötesinde, genelde, tek taraflı bir yaklaşımla ele aldığı da yadsınamaz. Nitekim, örneğin katılma müzakerelerinin tıkanmış olmasının sorumluluğunu sadece ülkemizin tutumuna bağlamak cihetine giderken, bazı başat üye ülkelerin bağnaz , sorumsuz ve ahde vefadan uzak davranışlarını ve beyanlarını dikkate dahi almamaktadır. Aynı şekilde, gene örneğin Kıbrıs sorununa yaklaşımı da aynı yaklaşımın yansımasıdır. Sonuçta Rapor, tam üyelik gibi, pozitif anlamda mutlak dayanışma içinde olunması gereken bir süreçte, siyasi vizyondan ve tarafsızlıktan uzak, basit bir teknokrat yazılımın otesine geçememektedir. Türkiye-AB ilişkileri kuşkusuz bundan çok daha fazlasını haketmektedir.
Esasen bu nedenledir ki, Türk kamuoyu AB’nin niyetinden giderek daha fazla kuşku duymakta ve ilgisini azaltmaktadır. Uluslararası kriz ortamında Türkiye’nin başta ekonomi olmak üzere her alanda gösterdiği örnek gelişmeye rağmen AB’nin tutumunun anlaşılması mümkün olamamaktadır. Üstelik, geçmişte Türkiye ile kıyaslanamayacak durumdaki ülkeleri bünyesine kolaylıkla dahil ederken gösterdiği istical ve kararlılık hatırlandığında, bu tutum daha da manidar olmaktadır. Bu vesileyle, GKRY’ni , bütün uyarılarımıza karşın, kendi koyduğu ve halen ülkemize uygulamaya çalıştığı kuralları çiğneyerek üye yapmasından sonra, şimdi bunun ceremesini ülkemize çektirmek istemesinin de, şayet kasıt yoksa, anlamı bulunmamaktadır.
Türkiye-AB ilişkilerinde asıl sorun, kanımızca, bazı üye ülkelerin, andlaşmalara dayalı kararlarını resen çiğnemiş görünmemek için, süreci her yönden zorlaştırmayı içeren bir bıktırma politikası izlemelerinden kaynaklanmaktadır. Ülkemizin bu politikadan etkilenerek gerekli adımları atmakta giderek daha isteksiz davranmasının payı da inkar edilemez. Bu gidişat ilişkilerde güven kaybına ve ister istemez duygusal bir uzaklaşmaya neden olmaktadır. Türkiye’nin başka ufuklara da daha sıcak bakmaya başlamasinda AB’nin tutumunun etkili olmadığı ileri sürülebilir mi ?
Türkiye, kuruluşundan itibaren Avrupa Birliğinin temel felsefesine inanmış ve tam üyelik hedefine odaklanmış bir ilişki kurmak için Birliğin tarihindeki ikinci Andlaşmayı imzalamış bir ülkedir. Robert Schumann ve Jean Monnet’nin idealizminin önemini ve gerekliliğini başından itibaren paylaşmıştır. AB’nin bügün içinde bulunduğu ciddi sorunlara ve bunlara yaklaşıma baktığımızda, adıgeçenlerin kemiklerinin sızlamadığını söylemek mümkün değildir. Büyük sorun Türkiye’nin tam üyelik süreci ve bunun getiri ve götürülerinin çok ötesinde, Avrupa’nın elan yaşamakta olduğu gerçek Lider eksikliğidir. Bunun üstesinden gelebilecek olan tabiatiyle Türkiye değildir.
Bununla beraber, Turkiye’nin, AB’nin yeni Liderlerle, er ya da geç yeniden rayına oturacağı beklentisi ve temennisiyle, sıkıntıların geçici olduğundan hareketle, hedefinden vazgeçmeden, süreci sürdürmesı yararınadır. Zira, unutulmamalıdır ki, bütün sıkıntılarına rağmen AB, dayandığı ilkelerle, büyük Atatürk’ümüzün gösterdigi çağdaş medeniyeti simgelemektedir.